Ürün Yönetimi Tarihi

Ahmet Salih Can
11 min readJul 4, 2023

--

Hepimiz Follett’ın paltosundan çıktık

1600 yılında önde gelen Britanyalı tüccarlar Ralph Fitch, James Lancaster, Stephen Soame, Thomas Smythe, Sir John Wolstenholme ve Richard Hakluyt; kraliçenin de onayını alıp, bugünün parasıyla yaklaşık 10 milyon £ yatırımla East Indian Company’i kurdular. Şirketin amacı Hindistan bölgesinden ürünler getirip İngiltere’de satmaktı. Bir yandan da Britanya’nın diğer keşif ve kolonizasyon faaliyetleri devam ediyordu. 1700’lerin başlarında, Sanayi Devrimi öncesinde İngilizler coğrafi keşifler ve kolonizasyon ile elde edilen gelir nedeniyle oldukça maddiyatçı bir toplum haline gelmişti. Şeker, porselen, pamuk, çay gibi ürünlere günlük yaşamda olan talep oldukça artmıştı.

1712 yılında Thomas Newcomen, kömür fabrikasında kullanmak için bir çeşit buhar motoru icat etti. 1765’te Glaskow Üniversitesinde buhar gücü üzerine çalışan James Watt, Newcomen tarafından icat edilmiş motorun daha verimli olması üzerine odaklandı. Newcomen’in motorunda pistonun her hareketinde; bir ısıtılması, bir soğutulması gerekiyordu. Bu da ciddi bir verimsizliğe yol açıyordu. Watt pistonun hep sıcak kalması için soğuma işlemini pistonun dışındaki kondansatöre aldı. Bu sayede 6 kat daha yüksek verimli motorlar üretilmesi mümkün olmuştu. Bu motor 1776’da birçok alanda ticari olarak kullanılmaya başlandı. Artık ticarethanelerde yapılan “iş” ve “süreç” değişmeye başlamıştı. Bu tarihten itibaren İngiltere fabrikalarla dolmaya başladı.

1769 yılında Richard Arkwright su değirmeniyle çalışan iplik eğirme makinesini icat etti. Bu makineyi bir binanın onlarca odasında aynı anda çalıştırarak bir çeşit “fabrika” kurmuştu. Burada çalışacak çok fazla insana ihtiyaç vardı ve vasıflı olmalarına dahi gerek yoktu. Bu insanların gelip yaşayabilecekleri, fabrika yakınında bir kasaba kurdu. İnsanlar bu fabrikada vardiyalar halinde 24 saat çalışmaya başlamıştı. Bu gelişmeden önce Britanya’da pahalı bir ürün olan kumaşa, artık herkes rahatlıkla ulaşabilir hale geldi.

1776 yılında Ekonomi biliminin kurucusu Adam Smith, “The Wealth of Nations” kitabında dünyaya ve iş adamlarına, “iş bölümü ve uzmanlaşma” konularına odaklanarak üretim verimliliğin artırılabileceğini öğütledi. Smith’in dışında da Robert Owen, Charles Babbage, Andrew Ure, Charles Dupin, ve Henry R. Towne gibi isimler atölyeden fabrikaya geçiş sürecinin optimizasyonu ile ilgili fikirler ortaya koydu. 1600’lü yılların başlarında 4.1 milyon olan İngiltere nüfusu; 1700’lerin başında 5.2 milyon, sanayi devrimi sonrasında, 1800’lerin başında 8.3 milyon, 1900’lerin başında ise 38 milyon civarına yaklaşmıştı. Yeni icatlar üretimi kolaylaştırmış, üretimin hızlanması fiyatları düşürmüş ve ürünleri ulaşılabilir hale getirmiştir. Kolaylaşan yaşam koşullarıyla nüfusu artmış, talep ve üretim daha da yükselmiştir. Bu yeni devirde “inovasyon ve optimizasyon” bilim adamları ve patronlar tarafından üstlenilip ticarileştirilmiştir. “Koordinasyon” işi patron ve yöneticilere, “icra” işi ise artan nüfusa yani çalışanlara düşmüştür.

1814 yılında R. Bickerstaff tarafından yazılan “Agricultural Gentleman in Yorkshire” ve 1887 yılında Albert C. Stevens tarafından “The Quarterly Journal of Economics” dergisinde yazılan “Futures in the Wheat Market” makalesinde “marketing” kelimesi terminolojiye girdi. 1879’da P&G “Ivory” adındaki sabununu “saflık, suda yüzme ve ucuzluk” değer önerileriyle ithal sabunlardan ayrıştırarak pazara sürdü.

1911 yılında Frederick Taylor; Amerika’daki Midvale Çelik Fabrikasında baş mühendislik görevindeyken, çalışanların saatlik olarak aldığı yevmiyelerin işleri ağırdan almalarına neden olduğunu gözlemlemiştir. Bu fikir üzerinden geliştirdiği teorisini “The Principles of Scientific Management” kitabında yayımlamıştır. Bu kitapta Taylor; performansa dayalı ücretlendirme de dahil olmak üzere, üretimde kullanılan küreğin şeklinden, işçilerin uzmanlığına göre oluşturulmuş organizasyona ve onların eğitimine kadar tüm girdilerin optimize edildiği “bilimsel ve her yerde geçerli” bir metod önerdi. Ancak Taylor’un bu sisteminde iki büyük problem vardı: Birincisi, işçiler makinenin bir tamamlayıcısı olan vasıfsız elemanlar olarak görünüyordu ve onlardan sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirmesi isteniyordu. İkincisi ise önerdiği modelle çalışan şirketlerdeki aşırı monotonlaşmış işler, işçiler için çok sıkıcı bir hal almış ve demotivasyona neden olmuştu. 1913’te Henry Ford seri üretim “Model T” için ilk üretim bandını kurdu. Şirket Taylor’un bu fikirlerine benzer bir felsefeyle yönetiliyordu.

1916 yılında Henri Fayol tarafından yazılan “General and Industrial Administration” kitabında şirket yönetimine “yönetici” perspektifinden odaklanılmıştır. Fayol’a göre bir çalışanın yönetici olabilmesi için fiziksel, zihinsel ahlaki yetkinliğinin olması; genel kültür, iş uzmanlığı ve deneyiminin yeterli olması gerekir. Fayol’un perspektifinden işçiler “teknik işler, güvenlik işleri ve muhasebe işlerinden” sorumludur. Yöneticilerin ise “yönetim, ticari ve finansal” sorumlulukları vardır. “Yönetim” kelimesinden kastı “yapılacak işi planlama, organizasyonu kurma, çalışanlara emir verme ve liderlik etme, departmanlar arası koordinasyon, denetim” görevlerinin yürütülmesidir. Özetle Fayol; klasik anlamda bir şirketteki yönetici ve çalışan sorumluluklarına olan bakışı teorileştirmiştir diyebiliriz.

1926 yılında Mary Parker Follett, “The Giving of Orders” isimli bir makale yayımladı. Bu makalede Follet, şirket yöneticilerinin “emir verme” eyleminin sadece “zorlayıcı” bir talep (power over) olmasından ziyade, insanlara “anlam ifade eden” ve “yanıt vermeye gönüllü olmalarını sağlayacak” bir talep olması (power with) gerektiği fikrini ortaya atar. İnsan faktörünün bir iş yerindeki en değerli meta olduğunu vurgular. Ayrıca “doğrudan bir kişiye yöneltilmeyen emirlerin” ortak bir karar verme mekanizması yaratacağını ve bu sayede yönetici ve çalışanların “en uygun” kararı vereceklerini belirtir. Kısacası Follett; gücü çalışanlarla paylaşmayı ve çalışanın kararlara katılımını savunmuştur. Tüm bunları göz önüne aldığımızda Follett’ı “Modern Yönetim” ilkelerinin kurucusu kabul edebiliriz.

1931 yılında Neil H. McElroy tarafından P&G şirketi için bir sorumluluklar bildirisi yayımlanmıştır. O dönemde pazarlama görevi McElroy’un sorumluluğunda olan “Camay” markalı sabun, P&G’nin amiral ürünü olan “Ivory” markalı sabunuyla rekabete girişmiş ve geride kalmıştır. McElroy bu durumu çözmek için radikal bir stratejik değişikliğe karar vermiştir. Markanın tüm süreçlerinden sorumlu olacak bir “Brand Men” rolü yaratmıştır. Bu yeni roldeki çalışanlardan ürünün farklı bölgelerdeki gidişatını takip etmesini, aksayan bölgeler olursa diğerleriyle karşılaştırarak öneri ve önlemler alması gerektiğini söylemektedir. Ayrıca bu bildiride, marka insanlarına optimizasyon amacıyla ambalajlar üzerinde denemeler yapabileceklerini söylemiştir. Bu metinde tanımlanan “Brand Men” sorumlulukları, günümüzde FMCG sektöründe hala kullanılan “Brand Manager” rolünü doğurmuştur. McElroy’un bu bakış açısı; “value” yaratma gibi gündemlere hala çok uzaktır. Ancak “holistic product” bakış açısına sahip olması ve ürün organizasyonunun bu bağlamda dönüştürülmesi bulunduğu döneme göre oldukça çığır açıcıdır. McElroy’un bu yaklaşımı daha sonra NASA’da çalıştığı dönemde Bill Hewlett ve David Packard’ı oldukça etkilemiş ve 1940’lı yıllarda HP şirketinde “Product Manager” rolünün doğmasına zemin hazırlamıştır.

1938'de Chester I. Barnard, bir “işbirliği ve organizasyon teorisi” ve yöneticilerin “resmi organizasyonlarda çalışma biçimleri” üzerine bir çalışma sunduğu “The Functions of the Executive” kitabını yayımladı. Kitap, “liderliği” sosyal ve psikolojik bir bakış açısıyla ele alan ilk kitaptır. Barnard, organizasyonlarda “iletişim” ve “informal süreçler” gibi “soft” becerilerin kritik rolünü vurguladı.

1946 yılında Peter Drucker “Concept of the Corporation” kitabını yayımladı. General Motors’un finanse ettiği bu çalışmada Drucker; şirketlerdeki insan faktörüne odaklanır. Çalışmasının sonucunda GM şirketinde; ABD’nin yönetim şeklini referans alarak, şirketlere otonom çalışacak birimlerden oluşan bir “federal decentralization” fikrini önermiştir. Bu fikirleri GM tarafından benimsenmemiştir ancak Drucker’ı savaş sonrası Japon şirketlerinin efsanesi haline getirmiştir. Drucker’ı Silikon Vadisinde popüler yapan esas çalışması ise “The Practice of Management” kitabıdır. Bu kitapta Drucker; Mary Parker Follett’ın temellerini attığı insan odaklı şirket yönetimi felsefesini; “Management by Objectives” adında bir sistem haline getirmiştir. HP şirketi 1957 yılında şirket kültürünün temellerini MBO ile atmış; 1977’de bu kültürü “The HP Way” olarak tanımlamıştır. Ürün odaklı bir organizasyon kurmuş olan şirketin objektifleri şu şekildedir: Şirketi idame ettirecek kadar “kar etmek”, en yüksek değerin sağlandığı ürünlerle, saygısı ve sadakati kazanılmış “müşteriler elde etmek”, teknik, pazarlama ve diğer tüm konularda bilgi sahibi olunan “alanları hedeflemek”, müşterileri memnun etmeye devam etmek kaydıyla “olabildiğince büyümek”, şirketi başarılı yapan “insanların başarısını tanımak ve memnun olmalarını sağlamak”, inisiyatifi ve yaratıcılığı destekleyen bir “yönetim sergilemek”, çalışılan her topluma “hizmet eden vatandaş olmak”. MBO sistemi sonraki yıllarda HP şirketinin başarısının sırrı olarak gösterilmiştir.

1948 yılında Taiichi Ohno ve Eiji Toyoda tarafından “Toyota Production System” ilkeleri yaratılmaya başlanmış ve 1975’e kadar geliştirilmeye devam edilmiştir. Daha sonraları daha genel haliyle “The Toyota Way” olarak anılacak olan bu sistem; fazla üretim nedeniyle oluşan stok maliyetleri, otomasyon gibi konularda israfı önleyerek üretimi optimize etmeyi hedeflemiştir. Sürekli inovasyon, kök neden analizi, ekip çalışması ve çalışanlara güven gibi konuları da bu optimizasyon sürecinin bir parçası haline getirmesi üretim süreçlerinde çalışanların yaratıcılığına olan ihtiyacı daha da gün yüzüne çıkarmıştır.

1960 yılında “Why Modern Marketing Needs the Product Manager” makalesi Printers’ Ink dergisinde yayımlanmıştır. Bu makale, 1950’lerde hızlı tüketim sektöründe popülerleşen “Ürün Yöneticisi” rolü hakkında yazılan ilk makalelerden biridir. Makaleye göre, birden fazla ürünü olan şirketlerdeki ürün yöneticileri; her bir ürüne ayrı ayrı odaklanma fırsatı yaratmakta, ürünün tamamında iyi biriletişim ve koordinasyon sağlayarak, daha fazla verimlilik ve kârlılık elde etmeye olanak sunmaktadır. Bu dönemde ürün yöneticileri genel olarak; hızlı tüketim sektöründe pazarlama ekiplerince, endüstriyel üretim şirketlerinde satış ekipleri tarafından yönlendirilmektedir. Bazı şirketlerde ise doğrudan genel müdür yönlendirildiği organizasyonlar mevcuttur. Son olarak ürün yöneticisi rolü, gelecek vaat eden genç yetenekleri yönetim pozisyonlarına hazırlamak için oldukça uygun bir pozisyondur.

1967 yılında Philip Kotler “Marketing Management” adlı kitabını yayımlamıştır. Kendisini pazarlama düşüncesinin akla gelen ilk ismi haline getiren bu kitap; ekonomi, şirket organizasyonu, müşterinin davranış ve seçimlerindeki psikoloji üzerine yapılan kapsamlı deneylerin sonuçlarını sunar. Kotler bu dönemde ayrıca, Jerome McCarthy tarafından şekillendirilen ve pazarlamanın 4P’si olarak bilinen “marketing mix” kavramını popüler hale getirmiştir. Ürünü (product) pazarlamanın bir parçası olarak gören bu bakış açısı; P&G gibi FMCG sektöründe bulunan şirketler başta olmak üzere, fiziksel ürünler üreten şirketlerde yapılan hatalı bir pratiği teorileştirmiş oldu. Bu şirketler, endüstri devriminden bu yana olduğu gibi; “müşteri problemlerine” odaklanmaktan ziyade, ürünü “bir şekilde” üretip; sonra müşterileri satın almaya ikna etmeye (pazarlamaya) çalışmaya devam ettiler.

1968 yılında Gordon Moore ve Robert Noyce Intel’i kurmuştur. Intel’in kökleri 1906’da Lee de Forest’ın, transistörün atası olan “Audion” isimli triodu Santa Clara Vadisinde icat etmesine dayanır. Günümüz bilgisayarlarının evrimindeki dönüm noktası olan transistör ise 1947’de John Bardeen, Walter Brattain ve William Shockley tarafından yine bu vadide icat edilmiştir. Aynı vadide kurulan ve silikon içeren transistörleri kullanarak mikroişlemciler üretmeye başlayan Intel; bölgenin 1971’den itibaren “Silikon Vadisi” olarak tanınmasına neden olur. Ayrıca Intel’in efsane CEO’su Andrew Grove, yıllardır Intel’de uyguladığı, Peter Drucker’ın MBO sisteminin Intel’e uyarlanmış halini 1983’te “High Output Management” kitabında tanıtmıştır.

1973 yılında ilk taşınabilir kişisel bilgisayar SCAMP; IBM tarafından Silikon Vadisinde üretildi. Bu tarihte Intel, Xerox, HP ve daha birçok şirket Silikon Vadisinde bulunmaktaydı. Kişisel bilgisayarların popülerleşmesi 1976’da piyasaya sürülen ve “kullanımı kolaylaştırmayı” hedeflemiş olan Apple II ile hızlanmıştır. Steve Jobs öncülüğünde başlayan PC sektöründe “kullanımı kolaylaştırmak” bakış açısı; geleneksel “ürünü üret ve müşteri bul” bakış açısına karşı çıkacak teorik bir zemin hazırlamıştır.

1977 yılında Rob Kling “The Organizational Context of User-Centered Software Designs” adlı makalesini yayımlamıştır. Makale, o dönem üretilen yazılımların; sistemsel açıdan iyi tasarlandığı ancak insan merkezli olmadığı yönündedir. Bu durum yazılım ürünlerini insanların kullanmasını zorlaştırmaktaydı. 1988 yılında ise bu makaleden esinlenen Donald Norman; bugünkü adıyla “The Design of Everyday Things” kitabını yayımladı. Norman’a göre “kullanıcı odaklı tasarım”; eylemleri basitleştirmeyi, nesneleri görünür kılmayı, mimariyi doğru kurgulamayı, kısıtlardan yararlanmayı, hata durumunda yönlendirmeyi içermekteydi. Norman için “estetik” ise ikincil bir problemdi.

1983 yılında Scott Cook “ürün yöneticisi” rolünün tanımlandığı ilk yazılım şirketi olan Intuit’i kurdu. P&G California’da yıllarca bir “brand man” olarak çalışmış olan Cook, o sıralar bir girişim fırsatı aramaktaydı. Bir gün eşinin “fatura ödeme” işlerinden yakınması aklına “kişisel bilgisayarlardan muhasebe işlerinin yapılabilmesi” fikrini getirmiştir. Böyle bir ürüne P&G’nin de oldukça ihtiyacı olduğunu düşünmüştür. Ayrıca telefon rehberinden rastgele numaralar arayarak insanlarla bu problem üzerine görüşmeler yapmıştır. O dönem Steve Jobs’tan oldukça etkilenmiş olan yazılımcı Tom Proulx ile anlaşıp ilk ürünleri olan QuickBooks’u piyasaya sürmüşlerdir. Şirketin başarılı olmasında; yıllarca Intel’de Andrew Grove ile çalışmış olan John Doerr’ın VC olarak danışmanlık desteği vermesi de oldukça önemlidir. John Doerr daha sonra VC olarak 1998’de kurulan Google’a da büyük bir vizyon sağlamıştır. 1994–98 arasında CEO’luğu efsane koç Bill Campbell tarafından yapılan Intuit; kültür, organizasyon, süreç kurgusu, insan yönetimi, ürün geliştirme felsefesi açısından modern anlamda bir “ürün şirketi” olarak tasarlanmıştır.

1986 yılında Hirotaka Takeuchi ve Ikujiro Nonaka yazdıkları “The New New Product Development Game” adlı makalede; günümüzde “waterfall” olarak adlandırılan ürün geliştirme yöntemini bir “bayrak yarışına” benzetmiş ve Canon, Honda, HP gibi bazı şirketlerin yavaş yavaş “ragbiye benzeyen” yeni bir yönteme geçiş yaptığı belirtmişlerdir. Bu ürün geliştirme şeklinin; emir değil objektif vererek hedef belirleme, otonomi sayesinde kendi kendine organize olma, eş zamanlı (overlapping) çalışabilme, serbest zaman yaratıp dünyada olan biteni öğrenmeye izin verme, zımni yöntemlerle takımı denetleme, bilgi paylaşım kültürü gibi ilkelerinin olduğunu belirlemişlerdir. Özetle “Scrum” felsefesiyle çalışan bir organizasyondan bahsedilmiştir. Makalede; bu sistemi uygulamaya başlayan şirketlerin düşük maliyet, yüksek kalite, hız ve esneklik sağladıklarının gözlemlendiğini belirtilmektedir. 1995 yılında ise Jeff Sutherland ve Ken Schwaber, Scrum kurgusunun sunumunu OOPSLA konferansında yapmışlardır. 2002 yılından itibaren bu yapıyı Certified Scrum Master (CSM) program adı altında ticarileştirmişlerdir.

1986 yılında Barry Boehm tarafından yayımlanan “A Spiral Model of Software Development and Enhancement” adlı makalede “waterfall” ürün geliştirme süreçlerine alternatif olarak “spiral model” önerilmiştir. Modele göre; geliştirme süreci: hedefin belirlenmesi, risklerin tanımlanıp çözümlenmesi, geliştirme ve test, sonraki sürümün planlanması gibi aşamaların bütünüdür. Bu modelin temel felsefesinde; paydaşlarla yakın çalışmak, prototipler kullanarak riskleri en aza indirmek için riskli işlere yeterince zaman ve efor ayırmak yatar.

1988 yılında McKinsey’de çalışan Michael Lanning and Edward Michaels tarafından “A Business is a Value Delivery System” isimli makalede “Value Proposition” kavramını literatüre kazandırmışlardır. Spesifik bir müşteri kitlesi için sunulan değer önerisini; basit, net ve anlamlı bir faydalar bütünü olarak tanımlanmıştır.

1989 yılında Tim Berners-Lee geliştirdiği HTTP protokolüyle bir web tarayıcısı ile sunucu arasındaki ilk iletişimi sağlamıştır. 1995 yılında ise internet, ticari olarak tüm Amerika’ya açılmıştır. Bu sayede bilgi paylaşımı tarihte hiç olmadığı kadar hızlanmıştır. Ayrıca bu gelişme 2007 yılında Steve Jobs tarafından yapılan ilk iPhone tanıtımına kadar geçen sürede, en fazla dijital ürün geliştirmesine temel oluşturan paradigma kaymasıdır.

1991 yılında James Martin “Rapid Application Development” kitabında; 1970’lerden itibaren “waterfall” ürün geliştirme sürecinin “plan odaklı” işleyişine bir alternatif olarak kullanılmaya başlayan “RAD” yaklaşımını dokümante etmiştir. RAD yaklaşımı; planlanmış süreçlerden çok, duruma göre uyarlanabilir (adaptive) yazılım geliştirme sürecini vurgulamaktadır. Bu modele göre; köprü veya bina inşaatında kullanılan bir üretim sürecinin yazılım geliştirme için uygulanmamalıdır çünkü yazılımın kendisi de “gereksinimi” besleyebilir (feedback). Bu felsefeyi temel alarak Jim Highsmith ve Sam Bayer tarafından geliştirilen “Adaptive software development” felsefesi ise düşünme (speculate) işbirliği (collaborate) ve öğrenme (learn) döngüsünden meydana gelir. “Düşünme” kısmında “planlama paradoksuna” atıf yapılır. Buna göre; projeyi planlayan her kim olursa olsun, ana misyonu yanlış yorumlamış olabileceği varsayılmalıdır. “İşbirliği” maddesi; gereksinimler ve bilinmeyenlerin ahenk içinde yürütülmesini belirtir. “Öğrenme” ise “tasarla, yarat, test et” döngüsü içinde yapılan hatalardan ders çıkararak en iyiye doğru yol almadır.

1997 yılında Clayton Christensen “Innovator’s Dilemma” kitabında; “iyi yönetilen, müşterilerini dinleyen, yenilikçi teknolojilere yatırım yapan pazar lideri şirketlerin başarısız olma nedeni; bu yönetim tarzının kendisidir” tezini ortaya koymuştur. Kitapta “disruptive innovation” ve “sustaining innovation” kavramlarını yaratmıştır. Motorun veya PC’nin icadı gibi “ezber bozan yenilikler” ürünleri ucuz ve erişilebilir hale getirdiği içi büyüme ve istihdam yaratır. Ürün optimizasyonu gibi “devamlı yenilikler” ürünleri daha iyi hale getirdiği için pazar payını arttırır ve az da olsa büyüme sağlar. Ancak şirketler “başarılı ürün” çıkarmakta, yani ezber bozucu yenilik yapmakta oldukça zorlanırlar. Bunun nedeni müşterilerinin “giderilmeyen ihtiyacını” anlayamamalarıdır. Christensen sonraki baskılarda bu meseleye çözüm olarak, temelleri Anthony Ulwick’in “Outcome Driven Innovation” ve Bob Moesta’nın “Milkshake Marketing” yaklaşımlarına dayanan “Jobs To Be Done” teorisini ortaya atmıştır.

2001 yılında içlerinde Jim Highsmith, Sam Bayer, Kent Beck, Robert Cecil Martin, Ken Schwaber, Jeff Sutherland gibi isimlerin bulunduğu 17 yazılımcı tarafından “Manifesto for Agile Software Development” yayımlandı. Manifestoda bu isimler, yazılım geliştirme tarihi boyunca öğrenilen pratikleri “Süreçler ve araçlardan ziyade, bireyler ve etkileşimlere. Kapsamlı dökümantasyondan ziyade, çalışan yazılıma. Sözleşme pazarlıklarından ziyade müşteri ile işbirliğine. Bir plana bağlı kalmaktan ziyade değişime karşılık vermeye değer vermeye kanaat getirdik” şeklinde özetlediler. Ayrıca bu kapsamda izledikleri 12 ilkeyi listelediler.

2005 yılında Steve Blank “The Four Steps to the Epiphany” kitabında “customer development” kavramını ortaya attı. Bu kavramın temel felsefesi; müşteriler hakkında “varsayımlara dayanarak” ürün geliştirmek yerine, “testler yaparak” gerçekleri keşfetmek üzerine kuruludur. Buna göre potansiyel müşterilerin karşılanmamış ihtiyaçlarını anlamak için keşif (discovery) faaliyetleri yürütmeye zaman ayrılmalıdır. Bu keşiflerin sonucunda; varsayımlarımız ya doğrulanır, ya yanlışlanır ya da modifiye edilir. 2011 yılında Eric Ries, “customer development” felsefesini temel alarak yazdığı “The Lean Startup” adlı kitabını yayımladı. Bu kitapta Ries; başarısız olan startup’ların başarısız olma nedeninin “en başından sağlam bir plan yapıp ona uymak” olduğunu savunmuştur. Bunun yerine girişimcilere küçük bir prototip üretip varsayımlarını test etmelerini ve bu sayede “doğrulanmış öğrenimler” elde etmelerini tavsiye etmiştir. 2001 yılında Frank Robinson tarafından oluşturulan “minimum viable product” kavramı bu kitap sayesinde popüler hale gelmiştir. Ries’ın yazdığı bu kitap, dünya çapında birçok startup kurucusuna ilham olmuş ve ürün yönetiminin de temel felsefesinden biri olan “discovery” sürecinin tüm dünyada benimsenmesine ön ayak olmuştur.

2008 yılında Marty Cagan ürün yönetimi hakkında “Inspired” adlı kitabını yayımlamıştır. Bu kitapta yapılan tanıma göre; ürün yöneticisinin mesleği: yararlı, kullanışlı ve üretilebilir ürünleri keşfetmektir. Ürün yöneticisi mesleği gereği kullanıcı, pazar, teknoloji ve domain hakkında bilgi sahibi olmalıdır. 2018 yılındaki ikinci baskıda neredeyse tamamen yazılan bu kitapta, ürün yöneticisinin birlikte çalıştığı Engineering Manager, Product Marketing Manager gibi diğer roller de tanımlanmıştır.

2013 yılında Henrik Kniberg ve Anders Ivarsson, “Scaling Agile @ Spotify with Tribes, Squads, Chapters & Guilds” adlı makalesinde Spotify şirketinde uygulanan organizasyonel yapıyı paylaşmışlardır. Yatay organizasyonu destekleyen bu yapı sonraki yıllarda dünya çapında birçok ürün şirketine ilham olmuştur.

2018 yılında John Doerr tarafından yayımlanan “Measure What Matters” kitabında OKR ve CFR sistemini açıklamıştır. Google’da kullanıldığı adıyla popüler olan ve “Objective & Key Results” anlamına gelen OKR sistemi; aslında Andrew Grove tarafından Intel’de uygulanan MBO sistemiyle aynıdır. CFR ise; yönetici ile çalışan arasındaki sıkı iletişim (conversation), çalışma arkadaşlarından alınan geri bildirimler (feedback) ve hak eden kişiyi takdir etmek (recognition) anlamına gelir. OKR ve CFR birlikte “continuous performance management” sürecini oluşturur.

2023 yılında tarih hala yazılmaya devam ediyor.

— — — —

Siz de benzer meselelere kafa yoruyorsanız gelin tanışalım.
Linkedin
Üretim Bandı
www.ahmetsalihcan.com

--

--